28 Nisan 2017 Cuma

AVNÎ

[Edirne 1432 - Gebze 1481]
Osmanlı Devleti'nin yedinci hükümdarıdır. 1443 senesinde Manisa'ya vali atandı ve yaklaşık bir yıl sonra babasının tahttan çekilmesi üzerine İstanbul'a gelerek çocuk yaşta tahta geçti, fakat iki yıl kadar sonra bazı hadiselerin devlet aleyhine gelişmesi üzerine tahtı tekrar babasına terk etti. Babası Sultan Murad'ın ölümü üzerine yeniden tahta çıktı (1451). Tahta geçtikten üç yıl kadar sonra İstanbul'u fethederek Doğu Roma İmparatorlugu'na son verdi ve devletin başkentini buraya taşıyarak İstanbul'u bir kültür merkezi hâline getirmeye çalıştı. Tahtta bulunduğu yaklaşık 28 yıl içinde 25 sefere katıldı. Fakat en büyük arzusu İstanbul'u Doğu ve Batının en büyük kültür merkezi hâline getirmekti. Bunun için Ka-dı-zâde Rûmî'nin öğrencisi ve Uluğ Beyin rasathanesinde hizmet görmüş büyük matematikçi Ali Kuşçu (ölm. 1474), Hayalî Şemseddin (ölm. 1470), Molla Hüsrev (ölm. 1480) Hoca-zâde Muslihüddin Mustafa (ölm. 1488) Hatib-zâde Muhyiddin Mehmed (ölm. 1495) gibi zamanın en büyük bilginlerini İstanbul'a getirtti. Fetihten yaklaşık on yıl kadar sonra Doğu Roma'nın eski Havâriyyûn Kilisesi'nin ve eski imparator mezarlarının bulunduğu tepe üzerine kendi camiini ve dördü kuzeyde ve diğer dördü güneyde bulunmak üzere Sahn denen sekiz medrese ve tetimmeleri ile camiye bağlı imaret ve hastahanesini yaptırdı. Günümüzdeki Kapalı Çarşı ve Bedesten onun devrinde inşa edilen eski ticaret merkezlerindendir.
Bazı kaynaklar onun hakkında Arapça Farsça ve Rumcadan başka İbranice, Keldanice Yunanca, islavca ve Lâtince bildiğini ileri sürerler. Sarayında Yunanca ve Lâtince bilen iki kâtibe Plutarque'tan tercümeler yaptırıyor ve onlardan eski çağlar tarihine dair dersler alıyordu. Meşhur ressam Gentile Bellini'yi 1479-80'de İstanbul'a getirterek ona resmini yaptırmış yine Veronalı ressam Matteo D'Patsi'yi Venedik Cumhuriyeti'nden İstanbul'a istetmişti. Ptolomaios'un coğrafyaya dair meşhur eserini 1465'te Trabzonlu Gorgios Amirokis ile birlikte incelemiş ve ona kitabı Arapçaya tercümesini emretmişti. Aradan bir yıl geçmeden bu defa 1466'da Filozof İvrokios'a yeniden tercüme ettirip haritalardaki yer adlarını Arap harfleriyle tespit ettirmişti. Bir ara Hristiyan akaidinin incelemekle uğraşmış, İstanbul patriği tayin ettiği Gennadios Scolarios ile bu konularda tartışmalar yapmış ve ondan aldığı bilgileri Karaferye kadısı Molla Ahmed'e tercüme ettirmişti. Bilginleri huzuruna çağırarak onları tartıştırmaktan hoşlanır, bazen onlara halli zor meseleler vererek çözümüne dair risaleler kaleme almalarını isterdi.
Devlet idaresinde bir hayli sert, yeri geldikçe gaddarlık derecesinde asabî, muharebelerde askeri teşvik için gerektiğinde öne atılmayı alışkanlık hâline getiren, son derece ketum ve plancı, verdiği karardan dönmez bir yapı sergileyen hükümdarın şiirlerinden, onun aynı zamanda bir o kadar hassas ruh yapısına sahip güçlü bir şair olduğu anlaşılıyor. Biraz da hükümdarlığın verdiği rahatlıkla olmalı, şiirlerinde:

Bugün mülk ü hazöyin her ne cem'iyyet ki cem' itdûn 
Mey ü mahbûba sarf olmazsa 'Avnî cümle zâui'dür

beytinde olduğu gibi son derece serbest, şuh ve âşıkane bir eda ardında gizli bir dindarlık hâkimdir. Aynı zamanda güçlü din bilgisi, dil ve mantık hâkimiyeti ve şiirde cari olan tasavvuf remizlerini ustalıkla kullanarak:

Ka'be hakkı 'Avnî baş eğmez nemâza yüz yumaz 
Kaşlarun mihrabına secde yeter kıblem bana

gibi sözlerle okuyucusunu dehşete düşürecek ve şiirden anlayanlara sürekli bilmece kabilinden mesajlar gönderecek ifade ve imajlar kullanmaktan hoşlanır.
Kaynaklar: ismail Hakkı uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1975, c. II; Kemal Edip Ünsel, Fâtih'in şiirleri, Ankara 1946; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, istanbul 1982.

KARAMANLI NİZAMİ

[Konya 1435-40? - Konya ? 1469-73]
Babası Konya'nın tanınmış müderrislerinden Molla Veliyüddin, eğitimini bu şehirde tamamlamış ve camilerde verdiği coşkulu vaazlarıyla tanınmış bir hatip idi. Hem kendi coşan hem de dinleyicilerini coşturan, "hay u huy" ile kürsüden düşecek derecede kendinden geçerek heyecanlı konuşmalar yaptığı rivayet edilen bu zat, Nizamînin ilk hocası olmuştur. O devrin en önde gelen ilim merkezlerinden olan Konya gibi bir şehirde ve böyle bir aile çevresinde yaşamasından Nizamînin ilk yıllarından itibaren iyi bir eğitim aldığını tahmin etmek yanlış olmaz. Fakat babasının bu eğitimi yeterli görmeyerek onu çok genç yaşlarda İran'a gönderdiği ve Sehî Bey'in ifadesiyle oradan "temâm-i mû'râd üzre tekmîl-i 'ulûm idüp her fende mahir ve her 'ilmde kadir" olarak döndüğü bilinmektedir. Bu ilimlerin ne gibi konular üzerinde yoğunlaştığı ve eğitim süresinin ne kadar olduğu bilinmemektedir. Fakat Karamanoğlu İbrahim Bey'in (ö. h. 868 / m. 1464) hayatta olduğu sıralarda Konya'ya döndüğü bu beye sunduğu bir kasidesinden anlaşılmaktadır. Kardeşlerini yenerek Karaman beyi olan Pîr Ahmed Bey'e bir "cülusiye" ve ardından kasideler sunarak bu sayede belki hayatının en parlak günlerini yaşadı.
Pîr Ahmed'in bir ara Uzun Hasan'a yenilerek Fatih'e sığınması ve ardından onun yardımıyla kardeşi İshak Bey'i yenerek h. 870 / m. 1465 yılında tekrar beyliğin başına geçmesi üzerine Nizamî ona yeniden ve ikinci bir cülusiye denebilecek bir kaside daha sundu. Öyle anlaşılıyor ki bu bey Nizamîyi bir hayli himaye etmiş ve bir sanatkâr olarak desteklemiştir. Fatih'in Karaman Beyliği'ne son vermesinden (h. 872 / m. 1467) sonra Nizamînin Pîr Ahmed Bey'in kardeşi Kasım Bey'e de bir kaside sunduğu biliniyor. Bu kasidenin kime sunulduğu divanından açıkça anlaşılmamakla birlikte Kasım Bey adı Eğirdirli Hacı Kemâl'in Cdmi'û'n-nezâir'indeki bir kayıttan çıkarılmaktadır. Görüldüğü gibi bir hayli karışık ve zor devirlerde yaşayan Nizamî, beyliğin Osmanlılara geçmesinden sonra ve özellikle Fatih'in önde gelen esnaf ve sanatkârları İstanbul'a getirtmesi ve Rum Mehmed Paşa'nın bir rivayete göre rüşvet alarak bunların bir kısmını gönderip bir kısmını göndermemesi ve bunun padişah tarafından öğrenilmesi ile çadırı başına yıkılarak azledilmesi gibi karışıklıklar arasında nasıl oldu bilinmez, bu zoraki yolculuğa katılıp İstanbul'a gelmedi.
Latîfînin bildirdiğine göre Sadrazam Mahmud Paşa tarafından padişaha "Hûb tabi'at-i nazmiyyesi ve şi'rden fazla nice ma'rifet-i zâ'idesi vardur... Ahmed Paşa'dan yegdür." diye övülerek tanıtıldı. Böyle bir ifadenin padişaha karşı ancak Ahmed Paşa'nın gözden düşmesinden sonra sarf edilebileceği açıktır. Bilgin ve sanatkârları sürekli İstanbul'a toplamaya çalışan, onları devamlı yanında bulundurup tartışmaktan hoşlanan padişah onun hakkındaki övgüleri duyunca derhâl İstanbul'a çağırdı. Nizamî gerek şiirdeki ustalığını göstermek, gerekse Ahmed Paşa ile bir kıyaslama ölçüsü oluşturmak üzere paşanın "Kasr", "La'l" ve "Güneş" kasidelerine ve bazı gazellerine Fatih'e övgü olmak üzere nazireler ve bir de "Nergis" kasidesi yazarak padişaha gönderdi veya bunları beraberine alarak yola çıktı. Bunlardan sadece Fatih'i methettiği "Kasr" kasidesi elimizdedir. Şairin İstanbul'a gelmek ve Fatih'in huzuruna çıkmak için bütün hazırlıklarını bitirdikten sonra yola çıktığı ve yolda hastalanarak vefat ettiği Sehî Tezkiresi hariç bütün kaynaklarca tekrar edilerek bildirilmektedir. Sehî Bey İran'da tahsilini tamamlayıp Konya'ya döndükten sonra "Bakî ömrini anda geçürüp âhirete nakl eyledi" diyerek Konya'da öldüğünü bildirmektedir. Ölüm tarihi bilinmemekle birlikte o sırada babasının sağ olduğu ve onun da 1473'te öldüğü bilinmesine nazaran Nizamînin Kasım Bey'e kaside sunduğu 1469 tarihi ile bu tarih arasında vefat ettiği söylenebilir. Kaynakların çok yakışıklı bir genç olarak tarif ettikleri Nizamî zamanı şairleri arasında gerçekten ustaca yazılmış eserlere sahip olduğu ve yeri geldikçe keskin hicivciliği eserlerindeki örneklerden anlaşılmaktadır.
Kaynaklar: Halûk İpekten, Karamanlı Nizamî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Ankara 1974.

Kaynak: Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi

16 Nisan 2011 Cumartesi

ŞEYHÎ

[Kütahya 1371-76? - Kütahya 1431?]

İsmi kaynaklarda bazen Yusuf, bazen de Sinan olarak geçer, tabip oluşu sebebiyle Hekim Sinan diye de anılır. Babasının adı iki eski vakfiyeden anlaşıldığına göre Mecdüddin Ahmed'dir ve şair Germiyan'ın ileri gelen Türkmen ailelerinden birine mensuptur. Fatih ve Bayezid devri bilginlerinden Molla İzârî ve Cemâlî, Şeyhî'nin yeğenleridir, ilk eğitimine o devrin Anadolu'daki önemli kültür merkezlerinden biri olan Kütahya'da başladı ve bu arada şair Ahmedî'den ders gördü. Tezkirelerin bildirdiğine göre yine genç yaşlarında eğitimini ilerletmek üzere İran'a gitti, burada tasavvuf, hikmet ve tıp eğitimi gördü. Sehî'ye göre Seyyid Şerîf-i Cürcânî'yle sınıf arkadaşı oldu. O yıllar İran edebiyatında Kemâl-i Hocendî, Selmân-i Sâvecî ve Hâfız-i Şîrâzî gibi büyük şairlerin yoğun olarak rağbet gördükleri bir devreyi oluşturduğundan, kendisi de bunlardan etkilenerek memleketine döndü. İran dönüşü sırasında Ankara'ya uğrayarak Hacı Bayram Velî'ye intisap eden ve bu yüzden "Şeyhî" lâkabını alan şair, memleketi Germiyan'da bir attar dükkânı açarak tabipliğe başladı. Aynı zamanda Germiyan Beyi Yâkub hakkında kasideler yazarak onun musahibi ve doktoru oldu. Çelebi Sultan Mehmed'in Karaman seferi sırasında (h. 818 / m. 1415) Ankara'da rahatsızlanması üzerine çağrılmış, tedavide başarı göstermesi üzerine kendisine Tokuzlu köyü timar olarak verilmiş ve sultanın hususî tabipliğine tayin edilmiştir. Bu yüzden Şeyhî, Osmanlı kaynaklarında Osmanlı devletinin ilk "reisü'l-etibbâ"sı yani hekimbaşısı olarak gösterilir.
Değişik kaynaklardan edinilen bilgiye göre Şeyhî, Tokuzlu köyüne giderken timarın eski sahiplerince yolu kesilerek tartaklanır ve o da bu durumu Har-nâme adlı manzum bir hikâye ile sultana bildirir. Emîr Süleyman'ın Şeyhî'yi şiir yazmaya teşvik ettiği ve Ahmedî ile karşılıklı şiirler yazmasını istediği rivayet edilmektedir. Latîfî'ye göre Şeyhî bir aralık Seyyid Nesîmî (ölm. h. 807 / m. 1405) ile Bursa'da görüşmüştür. Ancak şairin sürekli bulunduğu çevre Germiyan Beyi II. Yakub'un yanıdır. Sultan II. Murad'ın 1421'de tahta geçişinden sonra Osmanlı sarayı ile olan ilişkileri biraz daha yoğunlaşır. Nitekim Germiyan Beyi Yakub'un h. 831 / m. 1428'de Edirne'de Sultan II. Murad'ı ziyareti sırasında Şeyhî, eski beyinin yanına mihmandar olarak verilmişti. Kaynaklar onun Husrev ü Şîrîn mesnevisini II. Murad'ın emriyle Nizamî'den tercümeye başladığını öne sürerler. Eğer şairin 1000 beyit kadar nazmettikten sonra memleketine döndüğü doğruysa, onun Osmanlı nezdinde uzun bir süre kalmadığı anlaşılmaktadır. Onun Germiyan beyi ve Osmanlı sultanlarından başka Mehmed Paşa adında bir zat ve Anadolu Beylerbeyi Hamza Bey için de birer kasidesi bulunmasından, devlet ileri gelenleri ile temasının bu iki hükümdar ile sınırlı kalmadığını göstermektedir. Şeyhî'nin bundan sonraki hayatı hakkında fazlaca bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak h. 832 / m. 1429 yılında vefat eden Yakub Bey için bir mersiye yazışından onun bu yıllardan sonra vefat ettiği anlaşılmaktadır. Kabri Kütahya'da Yoncalı yolu üzerinde, bir adı da Dumlupınar olan şehre yedi kilometre mesafedeki Çiftepınar köyündedir. 1961 senesinde kendisine eski mimarî üslûpta bir mezar inşa edilmiştir.
Şeyhî'nin en meşhur eseri Husrev ü Şîrîn mesnevisi olup 1421-1429 yıllan arasında Sultan II. Murad adına nazmedilmiştir. Eserin konusu Nizamî'nin aynı isimdeki mesnevisinden alınmakla birlikte şair bu esere tercümesi sırasında önemli ölçüde çıkartma ve eklemelerde bulunmuştur. 6944 beyitlik mesnevide 775 beyitlik bir girişten sonra on bir bölümlük ana hikâyeye yer verilir. Husrev ü Şîrîn beşerî bir aşk hikâyesini konu edinir. Ömrü vefa etmemesi sebebiyle Şeyhî tarafından bitirilemeyen esere yeğeni Cemâlî tarafınan 109 beyitlik bir zeyl yazılmış ve daha sonra Rûmî adlı bir şair tarafından tamamlanmıştır. Yaklaşık 227 manzumeden oluşan Dîvan'ı, Anadolu sahasında gelişen klâsik edebiyatın temel taşlarından birisini oluşturur. Har-nâme'si ise mizahî edebiyatın önde gelen şaheserlerindendir. Bursalı Tâhir bu eserlerden başka Attâr'dan tercüme edilmiş Hâb-nâme ile 1402'de bitirilen Ney-nâme ve tıpla ilgili olarak kaleme alınmış Kenzü'l-menâfî fî Ahvâli'l-emzice ve't-tabâyi' adlı eserlerin de Şeyhî'ye ait olduğunu öne sürmektedir.
Kaynaklar: Faruk Kadri Timurtaş, Şeyhî'nin Hayatı ve Eserleri, istanbul 1968; ayn. mlf., "Şeyhî", /A, c. XI, s. 474-479; ayrı. mlf., Şeyhfnin Husrev ü Şîrîn'i (İnceleme-Metin), İstanbul 1963; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, c. II, s. 390-392.

Kaynak: Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi

AHMED-İ DAÎ

[Germiyan?, ? - Bursa? 1421'den sonra]

Dedesinin adı Mehmed, babasınınki ise İbrahimdir. Doğum yeri ve tarihi hakkında tutarlı bir bilgi yoktur. Eserlerinden anlaşıldığına göre onun Germiyan beyi II. Yakub, Sultan l. Murad, Emir Süleyman ve II. Murad devirlerinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Kaynakların bildirdiğine göre Germiyan beyi Süleyman Şah'ın kızı ile Yıldırım Bayezid'in evlenmesi sonucu Kütahya'nın çeyiz olarak Bayezid'e verilmesi sırasında Ahmed-i Dâî Kütahya kadısı imiş.
şairlere son derece cömert davranan ve onları himayesi altında bulundurup teşvik eden Emir Süleyman'ın çevresinde Ahmedî ve Şeyhî gibi şairlerle birlikte bulunduğu bilinmektedir. Dâ'î bu devrede Çeng-nâme adlı eserini (tlf. 808/1406) bu hükümdara sundu. Emir Süleyman'ın 1410'da öldürülmesinden sonra Çelebi Mehmed'in tahta geçişi hakkında yazdığı bir kasideden, bu tarihten itibaren bu hükümdarın himayesine girdiği anlaşılıyor. Bir aralık Çelebi Mehmed'in oğlu şehzade Murad'a hocalık etmek için sarayda görevlendirildi. 'Ukûdü'l-cevâhir adlı Arapça-Farsça sözlüğü bu devrede şehzade adına kaleme almıştır. Çelebi Mehmed'in 1421'de vefatı üzerine II. Murad'ın himayesine girdi ve bu devrede Tezkiretü'l-evliyâ adlı eserini kaleme aldı. Bursa'da onun adını taşıyan bir cami ve mahalle ile Dâî Dede'ye ait bir mezar bulunmasından bu şehirde vefat ettiği tahmin edilebilir.
Tıp, astronomi, lügat, hadis, tefsir, tasavvuf, rüya tabiri gibi değişik konularda sekizi mensur, altısı manzum olmak üzere on dört eser yazması, onun şairliğinin yanı sıra geniş ilgi sahası bulunan bir bilgin olduğunu da göstermektedir. Tefsir sahasında Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey'in teşvikleriyle Emir Süleyman adına kaleme aldığı Tercü'me-i Tefsîr-i Ebü'l-Leys es-Semerkandî, Anadolu sahasında Türk diline tercüme edilen ilk tefsir olarak bilinmektedir. Eser tamamen tercüme olmayıp Dâî'nin önemli ekleme-leriyle vücuda gelmiştir. Yine Miftâhü'l-cenne adında Arapçadan Türkçeye Lü'lü' Paşa adına tercüme ettiği bir akait kitabının günümüz kütüphanelerinde pek çok yazma nüshasının bulunması, bu eserin uzun zaman okunduğunu göstermektedir, vâsıtînin rüya tabirleri ile ilgili eserini, Attâr'ın Tezkiretü'l-evliyo'sını ve ayrıca Nâsır-i Tûsfnin astronomi ile ilgili bir kitabını Terceme-i Si Fasl fî't-takvîm adıyla Türkçeye tercüme etmiştir. Eski inşa örneklerini bir araya getirerek oluşturduğu Teressül adlı eseri son derece önemlidir. Çelebi Mehmed'in tahta geçmesi sırasında 1413'te bitirdiği Farsça Dîvâninin kendi el yazısı nüshası günümüze kadar gelmiştir. Danyal Peygamberin oğlu Câmasbin hayatı hakkında yazdığı Cdmasb-nâme ile Vasiyyet-ı Nûşirevan adlı eserleri küçük birer mesnevidir. Biri Kahire'de diğeri ise Burdur kütüphanesinde olmak üzere iki adet Türkçe divanı bilinmektedir. Bir musiki aletinin oluşum macerasını anlatan Çeng-nâme adlı 1446 beyitlik mesnevisi konu itibarıyla son derece ilginç olduğu gibi Türk edebiyatının o devirde eriştiği hayal ve ifade gücünü göstermesi bakımından da çok önemlidir. Ahmedî ve Şeyhî gibi Anadolu sahasında klâsik Türk edebiyatının kuruluşunda öncülük eden önemli şahsiyetlerden olan Dâî, bu edebiyatın son devirlerine kadar ilim adamlığı ile şairliği birlikte sürdüren simaların ilk örneklerindendir. Yalın Türkçe ile kaleme aldığı şiirlerindeki aruz hâkimiyeti dikkat çekici olup şiirlerinde seçip işlediği kelimeler arasında başarıyla kurduğu ince anlam ve çağrışım ilişkileri onun üç dile de derin vukufu olduğunu göstermektedir.
Kaynaklar: ismail Hikmet Ertaylan, Ahmed-i Dâî Hayatı ve Eserleri, istanbul 1952; Günay Kut, "Ahmed-i Dâî", TDVİA, c. ıı, s. 56-58.

10 Nisan 2011 Pazar

AHMEDÎ

[Amasya ? 1334? - Amasya 1412-3]

Asıl adı İbrahim, lâkabı Taceddin; babasının adı Hızır'dır. Kaynaklar onun Germiyanlı veya Sivaslı olduğu yolunda iki ayrı bilgi aktarırlar. Ancak son yıllarda onun Amasyalı olabileceğine dair ciddî ipuçları tespit edilmiştir. Bir ara medrese eğitimi için Mısır'a giderek Şeyh Ekmeleddin'in öğrencisi olduğu, dönüşünde Aydınoğlu Isa Bey'e bağlanarak oğlu için ders kitabı olmak üzere Mîzânü'l-edeb ve Mi'yârü'l-edeb adında Arap sarf ve nahvine dair Farsça iki kaside hazırladığı bilinmektedir. Onun Osmanlı sarayına ne zaman bağlandığı tespit edilememekle birlikte, Emir Süleyman'a intisabının Aydın ilinin bu şehzadeye verilmesiyle başladığı ve onun şiirler sunduğu şahsın daha önce sanıldığı gibi Germiyanoğlu Süleyman değil babası tarafından Aydın'a gönderilen Emir Süleyman olduğu, son yıllarda ileri sürülen ve üzerinde çalışılması gereken bir görüştür, önce Edirne'deki sefahat dolu yıllarında ve daha sonra da Bursa'da, Emir Süleyman'ın ölümüne kadar (1410) onun yanında kaldı ve İskendernâme'nin "Mevlid" kısmını h. 810 / m. 1407'de onun himayesinde Bursa'da yazdı. Daha sonra 1. Mehmed'e intisap eden ve şehzade II. Murad'ın hocalığını yapan Ahmedî Amasya'da divan kâtipliği görevi sırasında vefat etti.
Türk dilinin Eski Anadolu Türkçesi devrinin usta kalemlerinden olan Ahmedî, çeşitli konulardan meydana getirdiği eserleriyle Anadolu sahası Türkçesinin gelişmesine ve klâsik Türk edebiyatının kurulmasında büyük katkılarda bulundu. Onun /skender-ndme adlı mesnevisi esas itibarıyla Büyük İskender'in hayatı, seferleri ve aşklarını anlatır. Iran edebiyatında önce Firdevsf ve daha sonra da Nizâmf-i Gencevî tarafından işlenen bu konuyu büyük bir mesnevi hâlinde ele alan şair, esenni 8754 beyitlik bir hacme ulaştırarak yer yer eklediği bilgilerle ansiklopedik bir mahiyete büründürmüştür. Yurt içi ve yurt dışındaki kütüphanelerde 40'ı aşkın nüshasının günümüze ulaşması, bu mesnevinin ne kadar çok rağbet görüp okunduğunu gösterir. Eserden Ahmedrnin tıp, matematik, astronomi gibi tabii bilimler konusunda da çok geniş bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Aslında h. 792 / m. 1390 yılında bitirilmesine rağmen şairin ölüm yılına kadar eserine sürekli bir takım ilâveler yaptığı anlaşılmaktadır.
Dîvân-i Ahmedî şairin kaside ve gazeller çoğunlukta olmak üzere 848 şiirini bir araya getirdiği yaklaşık 9000 beyitlik hacmiyle eski edebiyatımızın en büyük divanlarından biridir. Klâsik edebiyatın Anadolu sahasındaki belirgin temel taşlarından olan bu eserin en önemli yönü, yaklaşık bir asır boyunca şairlerin büyük bir kısmının bu eserde yer alan şiirlere nazireler yazarak yetişmiş olmalarıdır. Emir Süleyman'ın "Türkçe" manzum bir "Cemşîd ve Hurşfd" hikâyesi yazması emri üzerine kaleme alarak h. 806 / m. 1403 yılında tamamladığı Cemşîd ü Hûrşîd adlı aşk mesnevisi, kısmen Selmân-i Sâvecî'nin (ölm. 1376) aynı isimdeki mesnevisinden tercümedir. Selmân'ın 2700 beyitlik eserine karşılık Ahme-dfnin mesnevisinin 5000 beyte yaklaşması, şairin kendine ait eklemelerin oranını göstermesi bakımından bir ölçü sayılabilir.
Tervîhü'l-ervâh adlı tıp konusunda 1407-1410 yıllarında nazmettiği mesnevisini de bu hükümdar adına hazırlamış ve Bursa'da bitirmişse de daha sonra Çelebi Mehmed'e sunmuştur. Ahmedî'nin Bedâ-yi'ü's-sihr fî sanâyi'i'ş-şî'r adıyla örnekleriyle edebî sanatları tanıtmak üzere kaleme aldığı Farsça risalesi, Reşîdüddin Vatvât'ın Hadâyıku's-sihr adlı eserinin bir özetinden ibarettir. Mirkâtü'l-edeb adlı eseri de Aydınoğlu İsa Bey'in yukarıda adı geçen oğlu Hamza Bey için yazılmış bir Arapça-Farsça manzum lügattir. Ona ait olduğu bilinen Kasîde-i Sarsârî Şerhi ve Hayretü'l-ukalâ adlı eserler henüz ele geçmemiştir.
 
Kaynaklar: Ahmedî, Cemşîd ü Hurşîd, nşr. Mehmed Akalın, Ankara 1975; Ahmedî, İskender-nâme, nşr ismail Ünver, Ankara 1983; M. Fuad Köprülü, "Ahmedî', İA, c. i, s. 216-221; Günay Kut, "Ahmedî", TDVİA, c. II, s. 165-167; Yaşar Akdoğan, Arımedî Divanından Seçmeler, Ankara 1988; Mustafa Özkan, Türk Dilinin Gelişme Alanları ve Eski Anadolu Türkçesi, İstanbul 1995, S. 183-198.

ŞEYHOĞLU

[Germiyan? 1340? - ?, 1409 civarı]

Asıl adı Mustafa olup Sadreddin Mustafa olarak da anılır. Doğum yeri tam olarak bilinmemekle birlikte Germiyan olması kuvvetli bir ihtimaldir. Eserlerinin telif tarihlerini verirken yaşını belirtmesinden onun doğum tarihi yaklaşık olarak tespit edilebilmektedir. Kendisi Germiyan Beyliği'nde anne ve baba tarafından saraya yakın ve nüfuzlu bir aileye mensup olduğunu bildirir. Hayatının 30 yılına yakın bir devresi Germiyanlı I. Mehrmed b. Yakûb'un beylik yıllarına denk gelir. Gençliğinde Paşa Ağa b. Hoca Pa-şa'nın himayesine girmiş ve ihsanlarına nail olarak yükselmiş, ardından Germiyan Beylerinden Mehmed Bey'in oğlu Süleyman Şah'ın (ölm. 1387) beylik yıllarında, edebiyata ve sanata çok değer veren bu zatın sarayında nişancılık ve defterdarlık gibi en yüksek mevkilere gelmiş, onun musahibi olmuştur.
Süleyman şah'ın kızının Şehzade Yıldırım Bayezid'le evlenmesi (1381) üzerine Germiyanoğlu Beyliği arazilerinin bir kısmıyla Kütahya'nın Şehzade Bayezid'e çeyiz olarak verilmesi suretiyle Osmanlılar'a geçmesi sırasında, Şeyhoğlu genç şehzadeye intisap etmeyerek ölümüne kadar Süleyman Şah'ın maiyetinde kaldı. Bu bey için yazmaya başladığı Hûrşîd ü Ferahşâd adlı mesnevisini bitirdiği yıl (1387) Süleyman Şah vefat ettiğinden eseri Yıldırım Bayezid'e takdim etti ve kitabını başlangıçta kim için yazıldığını belirtmekten çekinmedi. Bu yakınlaşma sebebiyle olmalı, Yıldırım tahta çıktığında (1389) şair onun musahipleri arasında bulunuyordu. Kısa bir zaman sonra da gençlik yıllarından beri tanıdığı ve artık Osmanlı sarayına intisap eden Paşa Ağa b. Hoca Paşa için Kenzü'l-küberâ'yı yazdı. Yıldırım'ın Timur'a esir düşmesi ardından baş gösteren Fetret Devri'nde büyük şehzade Emir Süleyman'a bağlanmış olması güçlü bir ihtimaldir. Nitekim Âşık Çelebi onu Emir Süleyman şairleri arasında zikreder. Ölüm tarihi belli olmamakla birlikte XV. yüzyıl şairlerinden Hatiboğlu'nun h. 812 / m. 1409 yılında telif ettiği Bahrü'l-hakâyık ve h. 817 / m. 1414 yılında telif ettiği Letâyif-nâme adlı eserlerinde Şeyhoğlu'nu kendilerine yetişip göremediği şairler arasında saymasından, 60 yaş civarında bulunduğu bu tarihlerde vefat etmiş olabileceği düşünülmektedir.
Eserlerinden onun yetişme yıllarında Süheyl ü Nevbahâr müellifi Hoca Mesud'u okuduğu ve ondan etkilendiği anlaşılmaktadır. Yine Hatiboğlu'nun Makalat-i Hacı Bektâş-i Velî Tercümesi'nde Mevlana'nın kendisinin yüce efendisi olduğunu belirterek Nizamî, Sadî ve Attar gibi büyük Iran şairlerini saydıktan sonra:

Bularun tâbi'idür oglıdur hem
Dehânî Ahmedî Şeyhoglıdur hem

Kimi şems ü kimi mâhumdururlar
Dahi binüm bular şâhumdururlar

mısralarıyla Şeyhoğlu'nu o zamanın en büyük şairleri arasında sayması, onun yaşadığı devirde ve sonraki yıllarda gördüğü değer ve itibarı göstermesi bakımından önemlidir. Gerçekten de Şeyhoğlu'nun çok ustaca kaleme aldığı Hürşîd-nâme mesnevisinden başka, bazı nazire mecmualarında yer alıp günümüze ulaşabilen gazellerinden de iyi bir şair olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda adı geçen Hürşîdnâme yahut Hûrşîd ü Ferahşâd adlı mesnevisinden başka bir de saray çevresinde geçirdiği uzun yılların tecrübesi sonucu h. Receb 830 / m. Mart 1401 tarihinde kaleme aldığı Kenzü'l-küberâ ve Mehekkü'l-ümerâ adlı siyasetname türünden bir kitabı daha vardır. Padişahlar, beyler, vezirler ile bilgin ve kadıların hallerinden bahseden eser, aynı zamanda Dehhânî, Hoca Mesûd, Gülşehrî, Yûsuf-i Meddah ve Elvan Çelebi gibi Anadolu sahası Türk şiirinin ilk temsilcilerinin bir kısmı bugüne ulaşamayan şiirlerinden örnekler vermesi bakımından son derece önemlidir. Şeyhoğlu'nun Marzubân-nâme ve Kâbûs-nâme adlı iki eserinden başka bir de Taberî Târîhi Tercümesi vardır.
 
Kaynaklar: Ömer Faruk Akün, "Şeyh-oğlu", M, c. XI, s. 481-485; Şeyhoğlu Mustafa, Hurşîd-ndme (Hûrşîd u Ferafışad), nşr. Hüseyin Ayan, Erzurum 1979; Şeyhoğlu, Kenzü'l-küberû ve Mefıekkü'l-ulemd (İnceleme-Menn-lndeks), nşr. Kemal Yavuz Ankara 1991.

SÜLEYMAN ÇELEBİ

[Bursa? 1346-51 - Bursa 1422]

Eseri bu derece ünlü olmasına rağmen Süleyman Çelebi'nin kimliği ve hayatı hakkındaki bilgilerimiz son derece kısıtlıdır. Tezkire yazarı Latîfî onun İvaz Paşa'nın oğlu ve meşhur şair Atâî'nin ağabeyi olduğunu ileri sürerse de, aradaki zaman farkı sebebiyle bu iddia kabul edilemez görünmektedir. Buna karşılık Gelibolulu Mustafa Âlî onu ana tarafından Şeyh Mahmud'un torunu olarak gösterir. Şeyh Mahmud, Osman Gazi'nin kayın pederi Şeyh Edebalı'nın oğlu olup, Orhan Gazi ile silâh arkadaşlığı edip, İznik Medresesi'nde müderrislikte bulunan ve Süleyman Paşa'nın Rumeli'ye geçişine söylediği meşhur:


Velayet gösterüp halka suya seccade salmışsın
Yakasın Rûm ilinün dest-i takva ile almışsın

beytiyle tanınan zattır. Buna göre Şeyh Mahmud'un oğlu Vezir Ahmed Paşa, Süleyman Çelebi'nin babası olmalıdır. Doğum yeri tam olarak bilinmeyen Çelebi, h. 812 /m. 1409-10 yılında yazıldığını bildiğimiz Mevlidi 60-65 yaşlarında yazmış olabileceği yolundaki bazı ipuçlarına göre en erken 1346 yılında doğmuş olmalıdır. Bu yıllar Orhan Gazi'nin hükümdarlığına (1326 -1359] ve Bursa'nın başşehir olduğu yıllara denk gelir. Gelibolulu Alı onun Yıldırım Bayezid'in Dîvân-i Hümâyûn imamı olduğunu, daha sonra bu hükümdarın Bursa'da h. 802 / m. 1399-1400 yılında inşası tamamlanan Ulu Cami'ye imam tayin edildiğini öne sürer. O devirde "çelebi" unvanı şehzadeler, Mevlevî tarikatı büyükleri ve bir de ilim adamlarınca kullanılmasına nazaran kendisinin ilim tahsili görmüş bilgin bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Belki de bu sebepten bazı araştırmacılar onun Mevlevî olduğunu öne sürmüşlerse de bu unvan bu hususta kat'i bir delil teşkil etmez. Latîfî onun Buharalı Şeyh Emîr sultan'a intisap ettiğini ve onun halifelerinden olduğunu bildirir.
Gelibolulu Âlı Süleyman Çelebi'yi Anadolu'da gelişen Türk şiirinin ilk birkaç temsilcisinden biri olarak gösteriyorsa da onun; Mevlid metninde sık görülen imale ve zihaflar bir tarafa bırakılacak olursa, aruz. kafiye ve manzum Türkçeyi bu derece rahatlıkla kullanabilmesine nazaran o devirde Anadolu sahasında gelişen klâsik Türk şiirinin bir hayli mesafe katettiğine hükmedilebilir. Mevlid metninde Aşık Paşa ve Garib-nâme güçlü hatlarla kendisini belli eder. Onun özellikle Erzurumlu Mustafa Darîr'in 1378-88 yıllarında kaleme aldığı mensur Siyerini görüp kaynak olarak kullandığı, Mevlid'de yer alan "Kasîde-i Meliha" naziresinden anlaşılmaktadır.
Çelebi'nin ölüm tarihi de tam olarak bilinmemektedir. Tam bir vesika değeri taşımamakla birlikte, Osmanlı Müellifleri yazarı Bursalı Tahir'in onun ölümüne "râhat-i ervah" (825/1422) terkibini tarih olarak göstermesine nazaran, elde başka bir ipucu bulunmadığından bu tarih kabul görmektedit. Mezarı Bursa'da Çekirge yolu üzerinde Eski Kaplıca yakınında Yoğurtlu Baba Zaviyesi önündeki sırt üzerindedir. Eski mezarın bulunduğu yere 1952 yılında güzel bir türbe inşa edilmiştir. Evliya Çelebi'nin, Bursa'da Yıldırım Han Camii yakınında büyük bir mağarada cesedi gömülmeyip yüzlerce yıldan beri ter ü taze kaldığını ve Eski kapluca civarında da mezarı bulunduğunu söylediği Sarmısakçızâde Süleyman Efendi'nin Mevlid yazarı Süleyman Çelebi ile bir ilgisi yoktur. Evliya Çelebi'nin bu kaydı, Bursa halkının Süleyman Çelebi'ye ölümünden sonra dahi nasıl sevgi bağladığının ve onu nasıl evliyalaştırdığının bir kanıtıdır.
Kaynaklar: Ahmet Ateş. Vesiletü'n-necat Mevlid. Ankara 1954; Süleyman Çelebi, Mevlid, nşr. Faruk Timurtaş, Istanbul 1980; Kâzım Baykal. Süleyman çelebi ve Mevlid, Bursa 1999; Mustafa İsen. Künhü'I-ahbar'ın Tezkire Kısmı, Ankara 1994, s. 101-102; M. Tayyib Okiç, "Çeşitli Dillerde Mevlidler ve Süleyman Çelebi Mevlidi'nin Tercemeleri", Atatürk Üniversitesi İslâmİ İlimler Fakültesi Mecmuası, 1975, nr. 1.